Bir Dörtlük - Ahmet Arslan

news

Ol Resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemin,
Bende medfundur deyû eflâke fahreyler zemin.

Ravzasın idüp ziyâret didi Cibrîl-i Emîn,
Hâzihî cennâtü adnin fedhulûhâ hâlidîn.


Hazret-i Fahr-i Âlem Efendimiz’in (sas) aşkı ile yanmış âşıkların irâd ettikleri binlerce nutuk arasından bu dörtlüğü incelemeye karar vermemiz elbette kolay olmadı. Fakat kısaca metin şerhine ve mısralardaki işâretlere, remizlere baktığımızda bu tercihimizin daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim.

Aruz vezninin fâilâtün/ fâilâtün/fâilâtün/fâilün kalıbı ile yazılan bu dörtlüğün sahibi meçhuldür. “Resûl-i müctebâ” tamlamasının düz bir tercüme ile “seçilmiş peygamber” anlamına geldiğini söyleyebiliriz. “Müctebâ” kelimesi Arapçada “seçmek” anlamındaki “ictibâ” kelimesinden gelmektedir. “Resûl” ise, elçi ve peygamber demek olduğu gibi “gönderilmiş” anlamını da hâizdir. Bu malumatlar ile ilk mısranın sonunda yer alan “âlemlere rahmet” tabirini beraber düşündüğümüzde, “O, alemlere rahmet olarak gönderilen seçilmiş peygamberdir.” cümlesini görmek mümkündür. 

Efendimiz’in (sas) pek çok ismi ve sıfâtı arasında en müjdeleyici olanlardan biri “rahmeten li’l-âlemin”dir. Enbiyâ sûresi 107. âyette “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyrulmaktadır. Âyette geçen “illâ” ibâresinin “Ey Habîbim! Sen bütün âlemlere ancak rahmetsin. Senin yaratılışınla rahmetin uğramadığı zerre yoktur.” anlamını hâiz olduğunu müfessirler beyân eder. İsmail Hakkı Bursevî (ks) Hazretleri tefsirinde “Âlemlere rahmet olanın, bütün âlemlerden üstün olması gerekir.” demiştir. Yine Bursevî’nin (ks) Ruhu’l-Beyân tefsirinde aynı âyetle alâkalı, “İsâ (as) hakkında ‘min’ harfiyle rahmet sınırlı olarak zikredilmiştir (Meryem-21). Bu sebepten Efendimiz (sas) teşrif edene kadar Hz. İsâ’ya (as) imân eden ve getirdiklerine tâbi olanlar için bir rahmet olmuştur. Sonra dininin nesh edilmesi ile ümmetinden rahmet kesilmiştir. Bizim Peygamberimiz (sas) hakkında ise rahmet, âlemler için mutlak olarak zikredilmiştir. Onun için âlemlere rahmet ebediyen kesilmez. O’nun dünyada rahmet olması dininin nesh edilmemesiyledir. Âhirette rahmet olması ise bütün insanların hatta Hz. İbrahim’in (as) bile onun şefaatine muhtaç olmasıdır.” ifâdeleri geçmektedir. 

Şimdi bu âyet-i kerime ve tefsirini beraber düşündüğümüzde “mefhar-i benî Âdem” olan Efendimiz’e (sas) hâşâ “postacı” hezeyanında bulunup, “Geldi, işini görüp gitti.” gibi ahmakça sözler sarf edilmesinin nereye tekâbül ettiğini kıymetli okuyucularımın insâfına bırakıyorum. Hüsn-i zân ile bakmaya kendimi zorladığımda ancak hamâkât ile izâh edebildiğim bir alçaklık olarak görebiliyorum. Meselemizin dışına çıktığımız zannedilmesin. Bilakis, bu şerrin de bertaraf edilmesine gayret ettiğimizden meselenin tam ortasında, en icâb eden yerindeyiz. Yeri geldikçe bu hezeyanlar ile alâkalı da söylenmesi gerekenleri söylemeye gayret edeceğiz. Şimdilik bu kadarıyla iktifâ edelim.

Dörtlüğün ilk mısrasına geri dönecek olursak; mısrayı bütünüyle ele aldığımızda Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’i (sas) husûsen seçtiğinin ve cümle âleme, mahlûkâta rahmet olarak gönderdiğinin beyan edilmiş olduğunu görüyoruz. “O, âlemlere rahmet olarak seçilmiş resuldür.” Bu mısrada Enbiyâ sûresi 107. âyete iktibâs yapılmıştır. Edebiyatta iktibâs, bir söz veya bir bölümü aynıyla veya anlam olarak alıp kendi metninde kullanmak anlamına gelmektedir. İkinci mısraya geldiğimizde ise felekler ve yeryüzü arasında bir nevi atışma (!) olduğunu görüyoruz. Bununla alâkalı bir rivâyette feleklerin yeryüzüne üstünlüğünü anlatmak için göğün her bir katının, arşın, cennet ve cehennemin, sidrenin vs. kendisinde bulunmasından dem vurduğu söylenmiştir. Bunun üzerine de ferş, yani yeryüzü, Resûlü’s-Sekaleyn’in (sas) kendisinde bulunduğunu, toprağına kadem-i şerifleri ile temas ettiklerini söyleyip kendisinin üstün olduğu cevabını vermiştir, diye anlatılmaktadır. Doğrusunu Allah (cc) bilir. Bu, aşka dâir bir mevzu olduğu için taklitteyken anlaşılması mümkün değildir. İlme’l-yakîn ile bu kadar anlatılabiliyor. Cenâb-ı Mevlâ taklidlerimizi tahkike tebdîl eylesin.

Cenâb-ı Hakk her şeyi kulları için yarattığını beyan etmiştir. Gözün gördüğü ve görmediği bütün mahlûkât insan için, insana hizmet için vardır. “İnsan” kimdir? “Kul” kime denir? Bütün enbiyânın dahî ümmeti olmak şerefini arzuladığı, kendisine tâbi olma sözü verdiği; bütün mevcûdatın teşrifi ile münevver kılındığı, velâdetinin rahmetiyle şeytanın bile azâbının hafifletildiği ve Allah’ın (cc) “Kulum!” dediği tek zât; Hazret-i Fahr-i Âlem, sebeb-i vücûd-i âlem, mefhar-i benî Âdem, Hazret-i İnsan Muhammed Mustafa’dır (sas). Cenâb-ı Hakk’ın; “Her şeyi senin için, seni de kendim için yarattım.” buyurduğu zât… Öyle ki, Kehf sûresi 110. âyette “De ki: Ben sizin gibi bir beşerim. Bana vahyolunuyor…” buyrulan Habîb-i Kibriyâ… Bu âyette açıkça beyân edildiği gibi O’na “vahyolunuyor.” Başka söze ihtiyaç var mı? 

Muhammedun beşerun lâ ke’l-beşer,
Bel huve yâkûtun beyne’l-hacer.

(Muhammed (sas) beşerdir ama beşer gibi değildir. Belki taşların arasında yakut ne ise Resulullah (sas) da beşerin içinde öyledir.)

İşte bu zât-ı âlî nerede bulunsa orası müşerref olmuş, şereflenmiştir. Taşlar dile gelip onun nübüvvetini tasdik etmiştir. Bulunduğu mekân elbette övünür. Kendisi de şöyle buyurmuştur: “Ben beşerin efendisiyim, övünmek için söylemiyorum.” Burada “lâ fahr” tabiri vardır ki muhteşemdir. Tahayyül etmeye çalışalım: Bütün âlemler bir araya gelip, cümle insanlık toplanıp tek bir iş yapıyor; Efendimiz’i (sas) methetmek. Bu halde bile O’nu övmenin hiçbir şekilde kâfi gelmesi mümkün değildir. Çünkü Hazret-i Fahr-i Âlem’in (sas) meddâhı yani öveni Allah’tır (cc). Salât ü selâm getirirken bile “Allahümme” diye başlıyoruz. “Yâ Rabbi, ona sen salât et.” diyoruz. Hâl böyleyken O’nu övmekle yüceltmek hâşâ söz konusu değildir. O’nu samimiyetle öven, salât eden, ona müştâk olanın kendisi yücelir. Kişinin geleceği en güzel mertebe de rızâdır ki Allah’ın (cc) “Habîbim” dediği şefaat etmezse o da mümkün değildir. Bu noktada Efendimiz’in (sas) “Lâ fahr” buyurmasının nezâketi ile beraber zâten övülmeye ve övünmeye ihtiyacı olmadığı âşikârdır; O’nu öven ve tasdik eden Allah’tır (cc). Taşlara tasdik ettirdiği Habîb-i Ekrem’inin (sas) nuruna kör olacak kadar taşlaşmaktan kalplerimizi Allah (cc) muhafaza etsin. 

“Yeryüzü, O âlemlere rahmet olarak gönderilmesi için seçilmiş olan Resûl’ün mübârek cesed-i pâki kendisine defnedildiği için feleklere övünür.” Görüldüğü üzere cemâdât, yani madenler, maddeler bile onun farkındadır. Suretâ insan olanın ne hâlde olması gerektiğini bilmek çok derin bir tefekkür gerektirmiyor.  

Cibril-i Emîn’in, Efendimiz’in (sas) ravzasını ziyâret etmesi üzerine “Burası Adn cennetleridir, ebedî olarak giriniz.” demesine son iki mısrada değinilmiş. Cebrail (as) vahiy meleği olarak Kelâmullah’ı taşımak ile vazifelidir. Dolayısıyla “emîn” yani güvenilirdir. Ravza kelimesinin sözlükteki karşılığı “bahçe”dir. Fakat “ravza” denildiğinde Müslümanın aklına ilk gelmesi gereken Efendimiz’in (sas) medfen-i şeriflerinin de bulunduğu, cennet bahçesi adı verilen Mescid-i Nebevi’nin bir bölümüdür. Dördüncü mısrada da iktibas yapılan, burayla alâkalı hadîs-i şerifte Efendimiz (sas) “Kabrim ile minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurmuştur. Son mısrada Cebrail’in (as) cümlesinde Zümer Sûresi 73. âyete işâret vardır: Takva sahipleri cennete geldikleri zaman, cennetin kapısındaki melekler onlara “fedhulûhâ hâlidîn” yani ebedî olarak girin diyeceklerdir… Âyette beyân buyrulan sahne ile bu dörtlüğü beraber düşündüğümüzde Efendimiz’in (sas) ravzasının cennet olduğu âşıklara âşikâr ilân ediliyor. 

Bu dörtlüğün Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından meşk edilmiş hüsn-i hat tablosu da mevcuttur. Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Cami-i Kebîr Ayasofya’nın meşhur büyük tablolarının hattatı olan zâttır. Eskiler ve onların vârisleri işleri ne olursa olsun ahlâk-ı Muhammedî (sas) ile yapmaya gayret ederlermiş. O ahlâkın kapsamadığı bir saha yoktur. Her dâim o ahlâk tâlim edilirmiş. Neticede bu hassasiyetle ortaya çıkan eserler de Aşk-ı Muhammedî’yi (sas) ortaya koymuştur. O’nun muhabbeti ile yürüyenin yolu açık olmuş, O’nun nûru zulmeti unutturmuştur. O muhabbet ile külliyeler inşa edilmiş, nutuklar irâd edilmiş, tezyinât nakşedilmiş, hatlar ve besteler meşk edilmiştir. Hakîki medeniyet o muhabbetle bulunmuştur. O’na ve âline hürmet ile fütûhât yapılmış; mal, mülk ne ki; başlar fedâ edilmiştir. Allah (cc) bize ve siz kıymetli okurlarımıza Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmayı, O’nun muhabbeti ile yanmayı, onun şefaatine ve rızâsına nâil olmayı nasib eylesin. 

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl.