Hayatta Olan Şeyhe İntisap - İsmail Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukara’sından - Hasanzade Yusuf

news

(…) Tüm tarikat şeyhleri arasında meşhur olduğu üzere, kendi kendini yetiştiren kimse bir şeyh tarafından terbiye edilen kişi gibi olmaz. Eğitime tabi tutulmuş köpeğin avladığının helal, eğitilmemiş köpeğin avının haram olduğu hadis-i şerifle de sabittir. Bu nedenle terbiye edilmiş ve eğitim görmüş kimse de eğitim görmemiş ve üstatsız kimse ile eşit değildir. Onun için “Talibin hayatta olan bir mürşidin hizmetinde bulunup, ona teslim olması lazımdır.” denilmiştir. Kabil, Habil’i öldürünce mezar kazmak için bir karganın irşadına muhtaç olmuştur. Velilerin yolu mezar kazıcıların yolundan daha kolay değildir. 

Mürşitten kastın yaşayan bir mürşit olması gerekliliği Kur’an’la sabittir, Mesnevî’de de yazılıdır ve bu hususta tüm şeyhler ittifak etmiştir. Buradaki kasıt, vefat etmiş olan mürşit değildir. Zira derviş onlardan edep öğrenemez, nefs mertebelerini ve seyr ü sülukun sırlarını anlayamaz. Her ne kadar bazı kimseler darlık zamanlarında mürşitlerin ruhlarından yardım isteyip imdada erişmişse de irşat az vaki olur, ruhlarla aşinalığı olmayana olmaz. O kimseler beden yükünden tamamen kurtulduğu için sadece ruhturlar. Beşer olan kimse nasıl onlar aracılığıyla rüşte erebilir! İrşat bu dünyanın işidir ve hizmet ile kulluk demektir. Ruhanilerin vefatlarından sonra onlardan kulluğun gereklilikleri düştüğü için, insanları irşat etmeleri ancak tenezzüldür. İlahi zevklere ermiş bir kimsenin bu külfete katlanması ne ifade eder? Eğer göçmüş olan pirlerin irşadı devam edecek olsaydı niçin kendilerinin ardında bir halife bırakmışlardır? 

Hususen peygamberlerin en faziletlisi, en kâmili Hz. Peygamber (sas) “Ümmetimin irşadı için kimseye ihtiyaç yoktur. Ben hayattayken nasıl irşat ettiysem vefatımdan sonra da aynı şekilde irşada devam ederim. Mana âleminden ümmetimi irşat ederim.” demedi. Eğer vefatının ardından yaşayan bir mürşit lazım olmasaydı böyle söyler, halife seçmez ve kendinden sonra gelenlere, bilginlere ve muallimlere ümmetini yönlendirmezdi… Ayrıca Hz. Mevlana’nın hiçbir kelamında “Vefat etmiş pirlere biat edin, onlara teslim olun ve onlardan edep öğrenin.” şeklinde bir tavsiye de yoktur…

“Kitap mürşittir.” diyenlere gelince… Söylesene kardeşim şu kitabı bir makama koysan, hiç sana mürşitlik edebilir mi? Bin yıl orada dursa kimseye faydası olmaz. Ancak biri açıp da manasını sana naklederse o başka! Öyle ise kitap alet, hayatta olan mürşit oradan nakledendir. “Peki, kitaptan bilgileri nakletme kuvveti olan herkes mürşit midir?” sorusu akla gelirse... Mesela tefsir bilen, Mesnevi okuyan kimse mürşit midir? Sadece kitaptan nakil yapan kimse hakikatte mürşit değildir, ancak o kitabın gerektirdiği şekilde amel eden, orada beyan edilen mertebeleri ve halleri geçmiş kimse mürşittir. Sadece lafzı bilen lafız mürşidi olur. Yoksa halin hakikatini bilemez. Çok kimseler vardır ki kimya/simya ilmini kitaptan öğrenmiştir, onu kimyager sanırsın ama yoksulun biridir. Kimi de vardır tıp ilmini üstatsız şekilde kitaptan öğrenir ama ona hekim denilmez. Öyle ise Kur’an ve sünnet üzere olan, tarikatın pirinin sözlerine uygun hareket eden, pirinin hakikatine ve sırlarına vâkıf, âlim, ilmiyle amel eden ve konuşan bir mürşide biat etmelidir. Ona teslim olup onun iradesine uygun hareket etmelidir. Nitekim tarikatımızın piri Hz. Mevlânâ şöyle buyurur:

“Elini pirden başkasına verme! Çünkü onun elini de Allah tutmuştur. Ey mürit! O, zamanının peygamberi gibidir zira Hz. Peygamber’in nuru ondan aşikâr olur. Her şeyden haberdar ve bilgili olan, hikmetli bir pire elini verirsen, elin ‘Allah’ın eli onların elinin üstündedir.’ buyrulan biat ehlinin eli olur. Hudeybiye’de hazır olup Resulullah’a biat eden sahabeye arkadaş olursun!” (…)