İlim: Rütbelerin En Üstünü… - Abdullah Züheyr

news

İmam Gazali, dünya ve ahiret saadetini elde etmenin yollarını anlattığı kitabında, ilim sahipleri ile tasavvuf yolunun talipleri arasında bir kıyas yapar. Bu kıyasa göre nihai bir hedef vardır ve o da altın sahibi olmaktır. Alim der, tıpkı cebinde nakit 1000 altını bulunan kimse gibidir. Henüz maksuda erişmemiş olan sofi ise 1000 altın değerinde kimya ilmi olan bir adam. Niceleri, bir damlası binlerce yıllık kayayı bile altına çevirecek o formülün peşinde ömür tüketmiş, bulan olduysa söylememiş fakat çokları o uğurda helak olup gitmiştir. Sen cebinde şıkır şıkır altınları olan alim gibi ol. Sonra serap görürsün, vehimlerin seni “kimya, kimya” diye harap eder de şeytanın oyuncağı olursun.

Belki de ilim ile sezgi arasındaki tercih meselesi, tasavvuf tarihinin en köklü tartışması olabilir. Ancak şurası kesin ki hiçbir zaman bu tartışma, günümüzde olduğu kadar ayağa düşmemiştir. Alim her yerde hor görülür, ilim yolunda bütün ömrünü bereketlendirmiş zatların yolunu sürdürdüğünü iddia edenler, ilmi yerden yere vurur olmuş. Kimi hadis ilmini küçümser, kimi tefsiri kimi de Arapça gramer tahsilini. Gece gündüz Cüneyd-i Bağdadi’yi dilinden düşürmeyenler, ona aitliğinde şüphe olmayan “Kur’an ezberlemeyen, hadis yazmayana bu yolda uyulmaz.” sözüne hiç önem vermezler. Kitabın ve dinin özü olan apaçık hükümlere, ümmetin ulemasının ittifak ettiği meselelere kendince yorumlar getirmeye cesaret etmek yeni bir moda.  

Sahi nedir hadis yazmak? Binlerce hadisi ezberleyen Buhariler, Müslimler, Ahmedler acaba neden Resulullah ile aralarındaki ravi sayısını azaltıp, âlî isnat peşinde binlerce kilometre yolculuk yaptılar? Ümmetin en zahitleri arasında ismi zikredilen Ahmed b. Hanbel, niçin hangi ravinin güvenilir hangisinin tekinsiz bir adam olduğunu bu kadar araştırmış olabilir? Acaba gece yatıp rüyasında “Ya Resûlallah! Bu söz sizin mi değil mi?” diye soramıyor muydu? Bugün züht ve takva yolunu araştıranlar, Malik b. Enes’in, Urve b. Zübeyr’in, Süfyan es-Sevri’nin ilme çalışırken aynı zamanda nasıl bir ibadet profili çizdiğini azıcık olsa araştırsalar, hayretlere düşeceklerdir. Peki ilmî birçok konuda farklı içtihatlar ortaya koymuş bu büyük şahsiyetler, neyin abdeste mâni neyin mestin şartları olduğu gibi birçok fıkhi meseleyi zuhuratta göremediler mi? 

Perspektifi değiştirip tarihte nam salmış, hayatları tartışmasız kısımları ile bugüne ulaşmış pirlere bakalım mı? Mevlâna Celaleddin fakih, vaiz, Mesnevi’si baştan başa hadis ve ayet tefsiri ile dolu. Sünbül Sinan, devrinin en büyük ilim merkezi olan İstanbul’un en şaşalı medresesi Sahn-ı Seman’da muid (doçent doktor diyebiliriz belki), Ayasofya vaizi (kürsü şeyhi). Aziz Mahmud Hüdayi kadı, Niyazi-i Mısri molla. Örnekleri çoğaltmak o kadar mümkün ki bu zatları herkes tanıdığı için yeterli görüyorum. Büyük büyük laflar etmeye gerek yok! Bir karar vermeliyiz. Ya ilim için at veya deve sırtında binlerce kilometre yol gitmiş, mihnetlere katlanmış ulemanın ince ince yoğurduğu, gergef gibi dokuduğu ilmî birikimin üstüne kurulup küstahlık etmekten vazgeçmeli ya da “Ben yeni bir yol buldum”, “Yeni din edindim” “Benim kurduğum yolun ismi tasavvuf değil teseffühtür” deyip hakikati aşikâr etmeliyiz. Zira “İlim rütbelerin en üstünü!” 

Allah Teala hepsinden ebediyen razı olsun.