Modern toplumların sosyal dümenini elinde tutan tarih, aynı zamanda kendisi hakkında kalem oynatılması en zor olan kavramlardan biridir. Burada tarih hakkında kalem oynatma cesaretinden öte, tarihe olan bakış açımızı belirleme üzerine birkaç kelam etmek niyetinde olacağımızı belirtmek isterim. Bu noktada dikkatinizi çekmek istediğim nokta ise tarihte tarihin nasıl işlendiği sorusu olacaktır. Bu soru üzerine odaklanıldığında, günümüz tarihinin nasıl bir sosyal mühendisliğe dönüştüğünü hemen fark edebileceğinizi düşünüyorum. Bu dönüşüme asıl sebebiyet verenin, günümüzün seküler bilim refleksleri olduğunu da görebiliyoruz. Modern bilim refleksleri; en temel manada mutlak gerçek olanın en yalın haliyle belirtilmesi ilkesine dayandırılıyor gibi görünse de hakikatte modern bilim bu refleksleri kendi varlığını üsteleme aracı olarak kullanmaktadır. Bir tür faşizm yani….
Esas gayemiz ortalama bir vatandaşın algısının olması gerektiği nokta olduğundan, tarihin bilim olup olmadığını burada tartışmaktan kaçınsak da bu noktada birkaç kelam etmenin faydası olacaktır kanısındayım:
En kısa tarifiyle bilim; deneylerle ölçülebilir gerçekliklere ulaşma metodu olarak tanımlanabilir. Tarih biliminin deneysel araçları olarak kimi zaman arkeoloji ve kimi zaman da coğrafya kullanılagelmiştir. Arkeoloji ve coğrafya vasıtasıyla tarihe bir bilim olarak yaklaşan akademi, arkeoloji ve coğrafyayı da bu temelde incelemiştir. Dünya üzerinde yaşamış insanlık tarihini, bu araçlarla tanımaya tanımlamaya gayret etmişlerdir. Daha doğrusu ortalama insanın buna inanmasını istemişlerdir. Bütün kavgaları da bu yönde olmuştur. Zira mezar soygunculuklarını başka türlü gizleyemeyeceklerini bilmektedirler. Halkın kutsallarına tecavüzün adına bilimsel araştırma deyip ganimetleri şatolarında sergilemeyi asalet kabul eden batı aristokrasisinin kurallarını belirlediği tarih bilimciliğinin devamı olarak, günümüzde öz tarihimize yönelik çıkarımların sağlıklı olduğunu nasıl düşünebiliriz?
Onların, bu sonradan görme seçkinciliğinin karşısında gözleri kamaşan Türk münevverlerinin, kendi tarihlerini de onların yöntemiyle işleme gayretinin ne derece manasız olduğu da açık değil midir? Modern toplumun sosyal yapısının dümeni dediğimiz tarihin, vahşi seçkincileri taklit ve takip ederek işlendiği zaman ne türlü zararlar verebileceğini izanla bir tefekkür edelim.
Biz de bu aşamada yazımızın ilk bölümünde de bahsettiğim gibi bize ait olanı bizce anlamaya anlatmaya gayret edeceğiz. O yüzden bugün müşterisi olduğumuz yani ucundan kıyısından dahi olsa ilişkimizin olduğu tarihimizi bilmenin ne demek olduğu üzerine düşünelim istiyorum. Çünkü eğer tarihi okumayı bilirsek, vahşi batı yöntemlerinin kurbanı olmaktan kurtulur ve ancak o zaman sağlıklı bir tarih bilincine kavuşmuş oluruz. Kısaca bu konuya da önce hayır diyerek başlayalım istiyorum. Şatolarında Hindistan’dan, Mısır’dan, kadim Anadolu’dan çalıntı tarihi eserler ve mücevherler bulunduran sözüm ona bilim adamı, aslında mezar soyguncusu olan lortların kural koyduğu yöntemlere, hayır diyerek başlayalım istiyorum. Onların önümüze tüketmek için koyduğu genetiğiyle oynanmış bilgilere hayır diyeceğiz.
Türk Tarihi
Türk milletinin göçebe bir millet olması hasebiyle tarih içinde her coğrafyada iz bırakmış olduğunu bugün her insaf sahibi tarihçi kabul eder. Kabul eder de hak ettiği kadar alaka göstermekten çekinir. Türk milletinin tarihinin milenyum toplumlarındaki etkileri görmezden gelinir. Türk tarihinin Hindistan’dan Amerika’ya kadar yaşamış bütün milletler üzerinde bırakmış olduğu kültürel ve sosyal izler görmezden gelinir, küçük düşürülür yahut deli saçması olarak kayıt altına alınır. Bu dezenformasyonun en büyük sebebi, Türk milletinin günümüzde hala bakiyesinin bulunmasıdır. Türk bakiyesinin böyle bir uyanışla birlikte, kendi vahşi düzenlerini sarsabileceğinden o kadar emindirler. Çünkü yalanı söyleyenler gerçeği bilenlerdir. Bkz: şeytan-ı lain…
Evet, göçebe bir millet olan Türklerin arih sahnesinde bu kadar çok devletin nasıl sahibi olduğu sorusunu getirmiyor mu akıllara? Yani düşünebiliyor musunuz? Göçebe gidiyor, talan ediyor, sonra başka bir yere göçüyor ve yine talan ediyor… Bu işte iyi olan bir kavim, neden devlet kurmak istiyor ve daha da ilginci kurmuş olduğu devletleri canından evvel tutup kutsuyor? Onun için ölümü neşe sayıyor. Bu sorulara cevap vermeden önce Türk tarihine atılmış iftiraları sizler de fark edebiliyor musunuz? Eğer fark ediyorsanız cevapları bulmuş sayılırsınız…
Osmanlı, Selçuklu, Gazne, Karahanlı, Memlük, Babür… Bunların hangisinde merkezi bir sömürgecilikten bahsedilebilir? Bu devletlerin hangisi Avrupa’nın aksine farklı bir merkez coğrafyayı besleme motivasyonlu bir devlet olarak değerlendirilebilir? Peki değilse bu devletlerin oluşumundaki motivasyon neydi? İşte bu sorunun cevabı, vahşi batının hayvani; hayatta kalış odaklı çalışan aklının asla kuşatamayacağı kadar ilkeli bir tek sebebe dayanıyor. İslam dininden Türkün anladığı, medeniyet kavramının getirdiği yüksek ahlak ülküsü; Türk tarihinin kıblesi haline gelmiştir. Bu öyle bir ülküdür ki kurucusunu dahi kendi içerisinde görünmez hale getirir. Kurucusu dahi ifna olacağını bile bile bu işe bütün varlığını koyuyor.
Niyet… “Ameller niyetlere göredir.” hadis-i şerifinin işaret ettiği yer ne kadar da kilit bir nokta. Fizik, kimya, matematik… Hangi bilim kolu olursa olsun niyetle şekilleniyor ve terakkisinin yönünü yine niyet belirliyor. Bugün teknoloji namına kullanmış olduğumuz her kullanışlı (!) aletin bulunuş hikayesinin, batının vahşi İkinci Dünya Savaşı’na dayanıyor olması tesadüf mü? Bugün niyeti bozmuş bilim değil mi ki son yüzyılda şeytani bir hızda büyüyor? Kâra, kazanca, öğütmeye odaklı bilimin sanılanın aksine insan hayatını ne derece tehdit ettiğini; iklim değişikliğinden ve bozulan tohumlardan anlamak çok da zor olmamalı. Bu, bilimin kendisinde böyleyken tarih biliminde kötü niyetin nelere sebebiyet verebileceğini bugünkü şuursuzluğumuzdan anlayabiliriz.
Bu toprağın evlatları ecdadının, kendisini bile ifna etmiş olduğu medeniyetlerinin ağır mirasının altında öyle eziliyor ki artık acısını reddedip kurtuluş yolu olarak batılı doktrinlerine sarılır hale geldi. Yazık! Oysa bugün bile dünyanın öbür ucunda zulüm gören yedi kat yabancıya dahi duymuş olduğu merhametin, ecdadından kalan gen mirası olduğunu bilmiyor. Dünya Türk nizamını istiyor. Lakin Türk, karga taklidi yapmaktan öz yürüyüşünü unutmuş görünüyor. Hayvan yaşayışına öykünür bir halde biricik sermayemiz olan hayatımızı vahşi bir jungle’a çeviren modernin ipine sarılmaya çalışıyoruz. O ipin böyle bir kütleyi kaldıramayacağı kesin olduğundan olsa gerek ki biz istesek bile bize uzatılmıyor.
Evet, artık Türk tarihini anlamak için Türk’ün tarihteki motivasyonunu anlamamız gerektiğini biliyoruz. Öyleyse şimdi okuma vakti. Niyeti düzelttikten, yalancıyı, gavuru, vicdansızı, eblehi, ahmağı, kim olursa, tarih konusunda kim ne demişse güvenle okuma yapabiliriz demektir. Niyet düzeldikten sonra doğrunun, gerçeğin ve hakkaniyetin bile tadının değiştiği görülecektir. Düzgün bir niyet, ardında bilgi olmadan ortaya çıkacak olursa on yılda bir açılan ve dakikalar içinde solan bir çiçek gibidir. Çünkü bilgi düzgün niyetin kalesidir. Bu sebeple önce öğrenmeyi öğrenmeli sonra öğrenerek okumalıyız.