Tarikatların Kökünü Kazıyacağız - İskender Cüre

news

Din-siyaset ilişkisi; İslam Tarihi’nin erken dönemlerinden bu yana farklı şekillerde tartışılagelen bir konu olduğu gibi, alimler ile yöneticiler yahut sufiler ile yöneticiler arasında olan ve/veya olması gereken ilişkinin mahiyeti de çok sayıda farklı görüşün tebarüz ettiği bir alandır. İslam devleti hüviyetindeki farklı devletlerin yöneticileri içerisinde, ulemaya hürmetiyle bilinen, onları himaye eden yahut yeni eserlerin telifi için teşvik edenler olduğu gibi, çeşitli sebeplerle alimleri hapseden, sürgün eden yahut sürgüne mecbur bırakanlar da olmuştur. 

Alimler cihetinden bakıldığında ise bu hususta iki ana tavırdan bahsetmek mümkün olabilir. Bir kısmı -belki de büyük bir kısmı- son derece kaygan bir zemin olan siyasetle temas kurmaktan imtina etmiş ve yöneticilerle, zaruret haricinde temas kurmamayı tercih etmişlerdir. Diğer kısımda olanlar ise, yöneticiler zaman zaman istişareye başvurduklarından, tamamıyla yönlendiremeseler bile ellerinden geldiğince faydalı olabilecekleri ihtimalini göz önünde bulundurarak, ateşten gömleği giymişler, kimileri ordu şeyhi olarak seferlere katılmış kimileri de padişahlara şeyhlik etmişlerdir.  

Hz. Mevlâna, Fîhi mâ Fîh’in farklı yerlerinde, dönemin önde gelen yöneticilerinden Emir Pervane’ye hitaben konuştuğu gibi, eserinin hemen başında, başka bir yazının konusunu teşkil edecek son derece önemli sözleriyle, alimlerle yöneticiler arasındaki ilişkinin farklı boyutlarını ifade ediyor. Ardından Emir Pervane hakkında şöyle diyor:

“Sen önceleri ‘Kendimi İslam’ın bekası ve yayılması için feda edeyim.’ diyerek Müslümanlara siper olmuştun. Ne zaman ki kendi fikrine güvendin ve Hakk’ı görmedin ve her şeyi O’ndan bilmedin, Allah senin gayretlerini Müslümanların zararına sebep kıldı. Tatarlarla bir oldun, Şamlıları ve Mısırlıları yok etmek, İslam ülkelerini yıkmak için onlara yardım ettin.”

Sahih-i Buhari’nin ilk hadis-i şerifi olarak bilinen “Ameller niyetlere göredir.” hadisini Fîhi mâ Fîh’in ilk bahsinde hatırlatan Hz. Mevlâna, çetrefilli bir konuyu ilkesel bir yaklaşımla çözüme kavuşturuyor. Amellerle niyetlerin örtüşmesinin gerekliliğini kesin bir şekilde hatırlatırken, yöneticilerin Hakk’ı görerek hareket etmelerini ifade ediyor. Gel gelelim kazanılan başarıları bizatihi kendilerine mal eden yöneticiler tarih boyunca olduğu gibi, alimlerin kendilerine müsamahalı davranmasını yahut karşı çıkmamasını da kendi kudretinin büyüklüğüne bağlayan yöneticiler her devirde bulunuyor. Günümüzün hezeyanlar içerisindeki bazı kimseleri de makam-mevki sahibi olmakla her şeyi yapabilecekleri düşüncesinin bir yansıması olarak, son derece iddialı şu söylemi benimsiyor: Tarikatların kökünü kazıyacağız…

Her fırsatta tarikatları kapatmaktan yahut yasaklamaktan bahsederek bu nevi sözleri sarf edenlerin, insanların kalplerinden Allah dostlarının sevgisini kazıyamayacakları aşikâr. Acaba kökünü kazımaya çalışacaklarını öne sürdükleri şeyin ne olduğu hakkında en ufak bir fikirleri var mı? Söz gelimi “tarikat yurdu” dedikleri yurtların tarikatla alakası olmadığını dahi bilmezken yahut onlardan cesaret bularak bu konularda birazcık konuşmaya çalışanlar postniş, postiş yahut pöstnişin diyerek daha postnişin demekten bile acizken, neyi nasıl yapacaklar? Yunus Emre’nin, Niyazi Mısri’nin, Eşrefoğlu Rumi’nin şiirlerini hafızalardan mı kazıyacaklar? Büyük küçük herkesin bildiği ve tamamına yakını tasavvuf ehline ait olan ilahileri unutmayı mı emredecekler? 1950’lerde devlet eliyle Mevlevi ayinlerinin düzenlenmesine müsaade edilirken, “Sema edeceksiniz ama içinizden bile olsa ‘Allah!’ demeyeceksiniz.” diyenlerin yolunu mu tutacaklar? En kötüsü de tarikat ehlini, işlerine yarayanlar ve yaramayanlar olarak ayırıp ona göre mi hareket edecekler? 

Sesleri gür çıktığı için her alanda fütursuzca konuşabilen bu kimselere yöneltilecek sorular uzar gider ancak son söz olarak şunları söyleyebiliriz:

İster inanın ister inanmayın, Hacı Bektaş-ı Veli de Hz. Mevlâna da Yunus Emre de tarikat mensubuydu. Onların öncülük ettikleri yolları takip edenler, binlerce insanın gönlüne, Allah ve Peygamber sevgisini ince ince işledi. Anadolu tasavvuf geleneği, ortaya büyük bir miras koydu ve dini hayatımız bu mayayla yoğruldu. İşlerine geldiğinde Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesini ziyaret eden, Hz. Mevlana’nın değerini korumaktan bahseden yahut Yunus Emre’den alıntılar yapan bu kişilere tavsiyemiz; niyetleriyle amellerini bağdaştırmaları ve ilk evvel Anadolu tasavvuf geleneğinin köklerini teşkil eden bu müstesna isimleri, dillerinden kazımalarıdır.