Tasavvuf Karşıtlarının Ortak Özellikleri - İskender Cüre

news

1925 yılında çıkarılan tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair kanunla, tarikat faaliyetleri yasaklansa da tam anlamıyla bir kapatılma hayata geçirilemedi. O dönemden itibaren bazı tarikatların mensupları kalmadı ancak istisnai durumlar ortaya çıktı. Bu süreçte tasavvuf ve tarikatların kanunen yasaklı yapılar olarak kalması hatta belli dönemlerde “kriminalize” edilmesi, zaman içerisinde şeffaflıktan uzak yapıları doğurdu, yasaklı ancak serbest durum, bir keşmekeş halini aldı. Bu sürecin bir sonucu olarak kendilerini tasavvuf muhitinin temsilcileri olarak gösteren, ne idüğü belirsiz gruplar da peyda oldu ve sorun günden güne farklı boyutlara ulaştı.

Tasavvuf muhitinin kendi içindeki sorunlarını bir kenara bırakıp tasavvuf karşıtlarının durumlarına bakıldığında ise bir “Vurun abalıya..” sendromu ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Farklı kesimlerden bu kimseler çeşitli şekillerde tasavvuf aleyhtarlığını -genellikle aşırı bir şekilde- dile getirmekte ve netice itibariyle tasavvuf mirası tamamıyla reddedilmektedir. Bu bakış açısı hakkında kısa bir mütalaada bulunmak gerekirse, tasavvuf ve tarikatların yüzlerce yıllık birikiminin, tamamen reddedilmesinin en hafif tabiriyle büyük bir “yanlış” olduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda meraklı olanların, Doç. Dr. Enis Doko’nun “Tasavvuf Eleştirisi ve Sığ Eleştiri Sorunumuz” başlıklı videosunu izlemelerini de tavsiye edebilirim.

Tasavvuf karşıtlarının ortak özellikleri konusuna gelecek olursak, bu hususta faal olan üç farklı güruhtan bahsedilebilir. Bunların ilki, dinin de aleyhinde olan ve özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabi ve Mevlâna üzerinden, onların eserlerindeki belli bölümleri bağlamından kopararak veya manasını değiştirerek, tasavvufa karşı konumlananlardır. Ayet ve hadislerin tercümeleri üzerinden İslam aleyhinde de konuşabilen, dini birikimleri olmadığı gibi tasavvuf literatürüne de bigâne olan bu kimseler, tasavvuf temsilcilerini şirkle itham etmekte ve tasavvufun da “uydurulmuş bir paralel din” olduğu iddiasını taşımaktadırlar.

Tasavvuf muarızları arasında, ön plana çıkan diğer güruh ise Selefi söylemi benimseyerek tasavvufu tahkir edenlerdir. Türkiye’de de ehl-i sünnet hassasiyetine sığınarak taraftar toplayan bu kimseler, geleneğin istismar yahut manipüle edilmesinden yola çıkarak, geleneği tamamen inkâr etmekte fakat çelişkili bir biçimde selefi takip ettiklerini belirterek de geleneksel bir bakış açısı ortaya koymaktadır. Bu gruplar, selefin ve sonraki nesillerin İslam’ı anlama ve anlatma biçimini görmezden gelebilmekte, hadisleri kendi yorumlarınca eleyebilmekte ve gelenekçilerin referans aldığı kaynakları da reddederek ayetleri de farklı biçimlerde açıklayabilmektedir. 

Bahsedeceğim üçüncü grup ise, bir şekilde tasavvufla bağlantılı olduğunu iddia eden ancak tasavvufu ana kaynaklarından uzaklaştırma gayesi güdenlerdir. Oryantalistlerin özellikle 19. yüzyıl ve sonrasında yaptıkları sistemli çalışmaların bir neticesi olarak, tasavvufun İslamiyet’ten doğmadığını, farklı ezoterik ve mistik hareketlerden etkilenen eklektik bir yapıya sahip olduğunu iddia ederek, aslında Müslümanların olgun bir düşünce ve söylem geliştiremediklerini kendilerince kanıtlamaya çalışanlar, tasavvufun erken dönemden itibaren üretilen temel kaynaklarını da görmezden gelebilmektedir. Bunun neticesinde günümüzde özellikle yurtdışında karşılaşılan, Hıristiyan Mevlevi, Budist sufi gibi tasavvuf öğretisinden beslendiğini ifade eden ancak Müslüman olmayan kişiler ortaya çıkabilmektedir. Bu oryantalist bakış açısının bir uzantısı da Türkiye’de de temsilcileri olan, Osmanlı tasavvuf muhitinin çok küçük bir kısmını temsil etmelerine rağmen marjinal olarak görülen grupları ana çalışma konusu edinenlerdir. Bu yaklaşım sahipleri, örneğin Kalenderiler gibi marjinal grupları gündeme getirerek, problemli konular üzerinden Osmanlı tasavvuf tecrübesini olduğundan farklı gösterebilmektedir.

Tasavvuf ve tarikatlar, Osmanlı döneminde altın çağ olarak nitelendirilebilecek dönemini yaşamış ve kuruluşundan itibaren farklı alanlarda rol oynayarak toplumsal hayatta belirleyici etkiye sahip olmuşlardır. Elbette ki hem tarihi boyutuyla hem de özellikle son dönemde gelinen nokta itibariyle tasavvuf muhitinin temsilcileri tamamen sorunsuz değildir. Şeriat-tarikat dengesini gözetmeyenler, nafile hükmündeki tarikat uygulamalarını farz, vacip ve sünnetlerin önüne koyanlar, tarikat kisvesi altında mehdilik, pirlik iddiasında olanlar, insanları kendilerine bağlamak için farklı yollar deneyenler, günümüz tasavvuf muhitinin içerisinde gibi görünen fakat bu sahaya büyük zararları dokunan kimselerdir. Tüm bu sorunlara rağmen, tasavvuf ve tarikatların faaliyetlerini yasaklamanın, sorunları daha da büyüttüğü de yadsınamaz bir gerçektir. İnsan terbiyesinde rol oynayan manevi ocaklar olarak tekkelere olan daimî ihtiyaç göz önünde bulundurularak, bu alanın gerekirse Osmanlı’nın son dönemindeki gibi denetime açılarak insanların hizmetine şeffaf bir şekilde sunulması, bir toplumsal talep ve ihtiyaç olarak görünmektedir.