Osmanlıca Ceride-i Sufiyye Okumaları dersi esnasında okunup, dersin öğrencileri tarafından sadeleştirilen metin; Bayezid Dersiam’ı Ahmet Cevdet’e aittir.
[Kudüs, Hilvan ve Şam taraflarına giden] Gazzâlî, bir zaman sonra vatanına dönmüş ise de öbür tarafta Bağdat, güneşi tutulmuş beldeye döndüğünden, Nizâmülmülk geri dönmesi için bir istirhamda bulunmuştu ki işte tercüme ettiğimiz mektup, Gazzâlî’nin ona cevabıdır. Yoksa maksadımız, başlı başına bir kitap olmaya layık olan İmam Gazzâlî biyografisini beyan değildir.
Mektubun Tercümesi
Ey şanı yüce vezir! Sufiliğin hakikatlerinden arz edeceklerim, şanına itina olunacak ilahi sırlardan olduğundan, dikkat etmeniz lazım gelir. Malumun olsun ki şu kevn ü fesat (var oluş ve yok oluş) âlemi içinde, farklı farklı işlerin dalgaları arasında çalkalanan insanlar, emellerinin kıblesi ve gelecek hedefi kabul ettikleri noktaya yönelmeleri itibariyle, üç gruba ayrılırlar: Birinci grup, zararlı haşerata benzeyen avam güruhudur. Dikkat ve gayretlerini hayale yakın ve yok olmaya maruz olan dünyanın, batıl ve çabucak kaybolan hazları ve yok olup gidecek batıl şehvetleriyle sınırlandırmışlardır. His âlemi ve görünen âlemin ötesinde parlayan, bitmez tükenmez nimetlerden mahrum kalmışlardır. Din ve dünyanın sultanı, yakîn dağının Simurg’u (selam olsun ona) ki o yardımların sahibi Efendimiz (sas), bunların bu gafil hareketlerini şu hadis-i şerifle kötülemiştir:
“Bir sürü koyun içerisine hücum eden azgın iki kurdun vereceği hasar, mal ve servet, makam ve reislik sevdasının Müslümanın dinine vereceği hasardan çok değildir.”
İkinci grup, dünyanın yok olup gidecek viranlığını, ahiretin kalıcılığını ve sonsuzluğunu yakinen bilip, ahireti dünyaya tercih eden, ahireti üstün gören ve ahiret sermayesi olmak üzere iyi ameller yaparak vazifesini hakkıyla yerine getiren havastır. Bunlar her ne kadar evvelkilerden üstün ve yüksekte iseler de nazarları ahirete dönük olduğundan, kendilerinin üstündeki tabakayı oluşturan ve her yönden zat ve sıfatlarını kemale erdirmiş olanların mertebelerine nispetle, kusurdan uzak değildirler.
Evet bunların kusurlarını işte bu hadis beyan etmektedir:
“Dünya ahiret ehli üzerine, o da dünya ehli üzerine, her ikisi de ehlullah üzerine haramdır.” Görülüyor ya, bakışları sadece ahirete çevrilmiş olanlara “ehlullah” unvanı verilmiyor.
Üçüncü grup, şanın büyüğü olan “ehass-ı havas” unvanına mazhar olup, bu nimet ve mutluluğa erişmiş kimseler olan, yakîn ilmi sahipleridir. Türlü türlü âlemlerin ve ortaya çıkmış şeylerin içinde bulunan, her bir şeyden üstün bir diğer şey daha vardır ki önceki ikincinin varlığına göre aşağı ve batıldır. [Bu gruptakiler gibi] Akıllı bir kimse ise, batmaya ve yok olmaya maruz olan bir şeyi, bakmaya değer kabul etmez. Yine bu kimseler bu neşede “hakka’l-yakîn” mertebesine vardılar ve dediler ki “Avam ve havas tabakasının değer vererek nazar ettikleri dünya ve ahiret, Allah’ın sayısız yarattıklarından birer parçadır.”
Bununla beraber bu taifelerin her ikisinin de mensubu olanların nazar-ı dikkatlerinin meylettiği en büyük şey, tatlı yemekler ve şehveti celbeden kadınlara yakınlıktır. Bu hususta idrakten mahrum olan dört ayaklı hayvanların da ortaklığı bulunduğundan, bu iki halin zannedildiği gibi üstün vasıflardan sayılamayacağı apaçıktır. Şu durumda yiyecekler ve nikâhlı eşleri var eden, biricik sahibi olan zat varken, arzu ve yönelmenin ise yalnızca O’na karşı yapılması vacip derecesinde şart koşulmuşken, bu konuda gaflet göstermek akıllıların alameti değildir.
İşte bu kanaatin sahipleri, ruhen ve cismen bütün varlıklarıyla Allah’ı isteyip ona yöneldiler de “Allah daha hayırlı ve kalıcı olandır.” ayet-i kerimesinin manası kendilerinde görünür oldu ve kelime-i tevhidin hakikati, nefislerinde tahakkuk eyledi. Zikredilen tecellilerin bahşettiği eserlerden sonra, işte bu kutsi mertebelerin sakinleri “Her kim Allah’tan başkasına zerre kadar yönelirse, şüphesiz gizli şirkten kurtulmuş değildir.” demeye kadar vardılar. Bunlar varlığı ikiye ayırıyorlar: Bir Allah, iki masivâ. Bu varlığın bütününü, iki kefeli terazi ve terazinin dilini de insanın kalbi farz edersek, her kimin kalbi Allah’a meylederse iyiliği çoktur, kimin kalbi de masivâ tarafına yönelirse kötülüğü çoktur.
Netice itibariyle, ilk tabaka avam, ikinci tabaka da üçüncüye göre avamdır. Böylelikle tabakaların iki olması, üç olmasından daha uygundur. Arz ettiğim hakikatler, kalp sayfana işlendiyse asıl maksadıma şimdi başlıyorum. Ben şu üç tabakanın ikisini yırtıp, üçüncü tabakaya kavuşmak için can attığım esnada; vezirlerin başı, emirlerin övüncü sıfatına her yönüyle layık olan zat, yazdığı mektubunda beni aşağı tabakaya düşürmek için yana yakıla yalvarıyor. Ben de ona başka türlü bir muameleyi reva göremem. Çünkü zavallı, bu davetini bana hürmet ve talebelere ikram maksadı üzerine bina ediyor. Reva gördüğüm bir muamele varsa ben de ona şöyle bir davetname gönderirim.
Nasıl ki sen beni yürekten, havas tabakasından avam tabakasına düşürmek için davet ediyorsun, bunda da mazursun. Henüz gözlerindeki zan perdesi yırtılıp hakikat sana görünmemiştir. Ben de seni şu alçak avam tabakasından, havas tabakasına çağırıyorum. Gel gel ey vezir! Gel ki dünyanın aldatıcı süslerinin tozlarıyla körleşen gözlerin, o en yüksek tabakadaki “marifetullah” sürmesiyle açılsın da beni avam içine davetinden dolayı mahcup olasın, seni çok yükseğe çıkardığımdan dolayı da bana teşekküre mecbur kalasın.
Evet, sen beni aşağıların en aşağısına davet ediyorsun. Ben ise seni yükseklerin en yükseğine davet ediyorum. Allah’ı bulmak meselesine gelince, bu hususta Bağdat ile Tus’un farkı yoktur. Yeryüzündeki hissi boyutlardaki uzaklık ve yakınlığın, manevi uzaklık ve yakınlığa ölçü olabileceği hiçbir yer yoktur. Lütfuna eriştiğim vezire bir daha böyle bir davette bulunmaması ricası ve şöyle bir dua ile sözümü bitiriyorum.
Allah, vezirin emir ve iradesi elinden çıkacağı zamana kadar, onu gaflet uykusunda devamlı kılmasın. Uyansın da mahşer hengâmesinde pişmanlık verecek hallere şimdiden son versin, vesselam.