Vecih bir Tevcih (Yerinde Bir Atama) - Mithat Özçakıl

news

Tâhirü’l-Mevlevî Yenikapı Mevlevihane’sinde çilesini tamamladıktan bir müddet sonra yayın hayatına atılmış, çeşitli makaleler kaleme alarak ve kitaplar yazarak önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bu sayımızda bizzat Tâhirü’l-Mevlevî tarafından yayına hazırlanan Mahfil isimli mecmuadan bir makaleyi istifadelerinize sunmak istedik. Mahfil Dergisi’nin 16. sayısında yer alan bu makale güzel sesin önemini, çirkin sesin ise nasıl kötü tesirler bırakabileceğini ele alıyor. 1921 yılında Tâhirü’l-Mevlevî tarafından yazılan “Vecih bir Tevcih” başlığını taşıyan bu makaleyi, Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktardık ve sadeleştirme yaparak okuyucu ile buluşturmayı arzuladık: 

Bir müddetten beri vakıflar reisliği heyetince emanetlerin ehline tevdi edildiği ve işini severek yapan bu kurumun ehliyetli kişileri atadığı görülmüştür. Son zamanlarda bazı cami-i şeriflerde müezzinlik kadrosu boş bulunmaktaydı. İmtihanda birinciliği kazanan Trabzonlu Hafız Saadettin Efendi, Laleli Cami-i şerifine getirildi. Hafız Saadettin Efendi’yi pek iyi bilirim. Sesini çok sevdiğim için bu yapılan münasip atamayla ilgili İslam cemaatinin naçiz bir ferdi olarak teşekkür eder ve o kutsal sesli müezzini tebrik ederim. 

Bu vesile ile ezana ve müezzinliğe dair birkaç söz söylemek istedim. Bilindiği üzere namazı eda etmek için bir davet olan ezan, İslamiyet’in başında Mekke’de okunamamış, hicretten sonra Medine-i Münevvere’de kıraat edilebilmişti. Halkı namaza davet etmek için çan mı vuralım, boru mu çalalım, ateş mi yakalım diye Ashab-ı Kiram müzâkere etmişlerdi. Bu esnada Abdullah bin Zeyd rüyasında o kutsal kelimatı yani ezanı işitmişti. Abdullah bin Zeyd Hazretleri, rüyasını Resûl-i Ekrem Hazretleri’ne arz etmiş ve Peygamber Efendimiz de o kelimatın Bilal Habeşî’ye öğretilmesini ve onun tarafından okunmasını ferman buyurmuşlardı. Çünkü Bilal Habeşî’nin sesi çok tesirli idi. Böylelikle okunan ezan Medine’nin her tarafından duyulacak ve işitenler iştiyakla mescide gideceklerdi. Nitekim öyle de olurdu. Hazret-i Bilal’in kıraatindeki tesiri bir miktar anlayabilmek için Kısas-ı Enbiya’dan şu satırlara göz atalım:

“Bilal Habeşî sabah vaktinden önce gayet tesirli bir ezan ile ashabı uyandırır ve namaz vakti cemaat hazır olunca da Fahr-i Kâinatı mescid-i şerîfe getirir, sonrasında hücre-i münevveresine götürür, kapısında bekler, Hazret-i Peygamber’in (sas) her hizmetini görür idi. Sefer günlerinde bile bir an yanından ayrılmazdı. Fahr-i âlem’in (sas) vefatına kadar müezzinlik hizmetinde bulundu. Ondan sonra cihân başına dar geldi. Resûl-i Ekrem’in ayrılığıyla Medine’de duramaz oldu.

Hz. Ebubekir kendi döneminde de Hazret-i Bilal’in müezzinlik yapmasını istedi. Bilal Hazretleri: ‘Eğer beni nefsin için satın aldın ise alıkoy ve eğer Allah için âzad eyledin ise beni kendi halime bırak.’ dedi. Hz. Ebubekir (ra) ısrarcı oldu, böylelikle Hz. Bilal bir müddet daha müezzinliğe devam etti. Nihayetinde dayanamayıp Şam tarafına giderek Müslümanların gazasına katıldı. Hz. Bilal, Şam taraflarında iken bir gün rüyasında Resûl-i Ekrem’i gördü. Peygamber Efendimiz ona: ‘Ya Bilal bu cefâ nedir, beni ziyaret edeceğin vakit gelmedi mi?’ diye sual etti. Bilal Habeşî korkarak ve hüzünlenerek, uyanmış yalnız başına devesine binip tenha çölleri aşmış, Medine-i Münevvere’ye varmış ve Ravza-yı Mutahhara üzerine kapanıp yüzünü topraklara sürerek ağlamıştı. Sonra orada Hasan ve Hüseyin efendilerimizi görünce gözyaşlarıyla onlara sarılmıştı. Hasan ve Hüseyin efendilerimiz de Bilal Habeşî’ye: ‘Resûlullah’a okuduğun gibi bir ezan işitmek isteriz.’ diye ricada bulunmuşlardı. Bunun üzerine her zaman ezan okuduğu yere çıkarak öyle bir ‘Allahu Ekber’ demiş ki Medine’de yer yerinden oynamış. Ezana devam ettikçe şehir çalkalanmış ve insanlar Resûlullah dirilmiş zannıyla sokaklara dökülmüş. Resûl-i Ekrem’den sonra Medine’de öyle feryat görülmemiş. Hazret-i Bilal’e dahi hayret gelmiş, ezanı tamamlayamamış. Bunun üzerine şehadet arzusuyla Şam tarafına sınıra doğru tekrar yola çıkmış ve hicrî 20 senesinde Şam’da irtihal eylemiş. 

Huneyn Gazvesi’nden dönerken Mekke yakınlarında güzel sesli bir kişi Bilal Habeşî’nin sesini eğlenircesine taklit emiş. O kişinin kim olduğu sorulmuş. O kişi Risâlet-Penâhî’nin huzuruna getirilmiş ve Peygamber Efendimiz bizzat kendileri o kişiye ezanı öğretmiş. Daha sonra o kişiye içinde biraz gümüş bulunan bir kese hediye edilmiş ve kendisine Mekke-i Mükerreme müezzinliği tevcih buyurulmuş. Sesi Ezan-ı Muhammedî’ye yakışan bu kişi Ebû Mahzûre’dir. İbn Ümmü Mektûm ve Sa'du'l-Karaz ise Peygamber Efendimiz tarafından tayin edilen diğer müezzinlerdendir.”

Demek ki bir müezzinde her şeyden önce ses güzelliğine bakmak icap ediyor. Gerçekten de minarede Allah’ın yüce sözlerini okuyan müezzinin sesi kalplere tesir etmeli, ruhları şevke getirebilecek bir etkiye sahip olmalı ve ondan işitilecek “Allahu Ekber” nidaları dinleyenlerde coşkulu bir aks yapmalıdır. Sa’di’nin de dediği gibi: “Ses doğru ağızdan çıktığında, insanın bedenindeki bütün tüyler diken diken olur.” Müezzinin yürekleri parçalayan sesi halkı üzüntüye sevk etmemelidir. Çirkin sesli müezzinlerin yapacağı kötü tesire dair Gülistan ile Mesnevî-i Şerîf’ten iki latif fıkrayı nakletmek istiyorum:

Sincar Mescidi’nde bir müezzin vardı, işitenleri nefret ettirecek bir sesle ezan okurdu. Mescidin sahibi olan emir; adil ve güzel ahlak sahibi olduğundan bu gönüllü müezzinin gönlünü kırmadan onu göndermek istedi. “Bu mescidin beş lira maaşlı eski müezzinleri var, sana on lira verelim sen başka bir mescide git.” dedi. Herif paraları alıp gittikten bir müddet sonra yine geldi ve “Efendim! Bana on lira verip buradan savmakla haksızlık etmiş oldunuz çünkü gittiğim mescitten başka bir yere gitmem için bana yirmi lira veriyorlar.” dedi. Emir güldü ve “Sakın ha başka bir yere gitme. Onlar elli liraya da razı olurlar.” dedi.

Gülistan’da geçen bir başka diyalog ise şu şekilde: Ağlamaklı bir sesle Kur’an tilavet eden birisine “Ne yapıyorsun?” diye soruldu. O da “Allah rızası için okuyorum.” dedi. Oradakiler ise “Allah rızası için okuma.” dediler.

Mesnevî’de geçen şu hikâyeyi de nakledelim:

Kötü sesli bir müezzin ecnebi memleketinde ezan okumaya başladı. Kendisine her ne kadar “Okuma, savaşın zuhuruna sebep olursun.” denilse de o kişi inat ederek ve asla çekinmeyerek ezan okumaya devam etti. Müezzinin arkadaşları bir fitne çıkmasından korkuyorlardı. O sırada, elinde hediyelik mum, helva ve elbiseler olan bir Hristiyan göründü. O Hristiyan: “Salası ve sedası rahatlık veren o müezzin nerede?” diye sordu. Orada bulunanlar “Bu çirkin sesten nasıl rahat hâsıl olur?” diye sual ettiler. Hristiyan: “Müezzinin sesi kiliseden işitildi. Benim güzel bir kızım vardı ki Müslüman olma arzusunda idi. Dindaşlarından çoğu ona nasihatler verdiyse de Müslümanlık sevdası bir türlü fikrinden çıkmıyordu. Adeta İslam muhabbeti kalbinde kökleşmişti. Şu hâle karşı ben buhurdanda yanan öd ağacı gibi olmuştum. Kızım İslamiyet arzusuyla yanıp tutuştukça ben dert, gazap, işkence içinde kalıyordum.” dedi.

Sonra şöyle devam etti: “Çektiğim azap ve ıstıraba çare bulamıyordum. Bu müezzin o ezanı okuyunca kızım ‘Kulağıma gelen şu ağlamaklı ses nedir? Ben ömrümde ve bu kilise dâhilinde böyle çirkin bir seda işitmedim.’ diye o sesin mahiyetini anlamak istedi. Kız kardeşi de ‘Bu, Müslümanların şiarı bulunan ezandır.’ cevabını verdi. Kızım, kardeşinin sözüne inanmayıp başkasından sual etti, ondan da cevap tasdik olup kendisine yakîn hâsıl olunca (kesin olarak bilince) yüzü sarardı, kalbi Müslümanlıktan soğudu. Ben ise karışıklık ve azaptan kurtuldum, dün gece rahat ve korkusuz bir uyku uyudum. İşte onun sesinden rahat edişim bundan ileri gelmişti. Binâenaleyh kendisine şükranlarımı sunmak üzere hediyeler getirdim, o adam nerede?” diye sordu. Müezzini görünce de “Benim kurtarıcım ve yardımcım oldun, şu hediyeleri kabul et. Bana yaptığın ihsan ve hayır dolayısıyla adeta sana kul, köle oldum. Eğer mal, mülk, servet hususunda yegâne bulunsaydım ağzını altın ile doldururdum.” dedi.

İbret alın ey akıl sahipleri…

Tâhirü'l Mevlevî