Yazılımcılıktan Semazenliğe 2 - Abdullah Gürsoy

news

Yeniden merhabalar! 

Bu sayıdaki yazıma küçük bir itiraf ile başlamak istiyorum. Önceki yazım, kısa bir otobiyografi gibi olup, Kültür Bakanlığı’nda semazen olarak vazife almadan önce hangi işlerde çalıştığım ile alakalıydı fakat duyurusunu pek yapmadım. Belki de gelmiş olduğumuz kültür ile alakalı, şahsi paylaşımlarda insan zorlanıyor. “Maden zorlanıyorsun neden yazdın?” diyebilirsiniz. Aslında niyetim küçük bir etki alanı dahi olsa, bu sahalarla ilgilenen insanların uzaydan gelmediğini belirtmekti. Bu yazıda biraz daha rahat olabilirim çünkü kişisel mevzulardan ziyade meslek değişikliğinden sonra kavramsal olarak neler farklı geldi, onlardan bahsetmek istiyorum. Öncesinde birkaç anekdot anlatmak istiyorum. 

Daha önce freelancer olarak veya kendi girişimlerimiz üzerinden yazılım ile uğraşıyordum. 2015 senesinde ilk defa bir firmada işe başladım. İşe girdikten 1 ay sonra bizden önce tüm sistemi yazan yazılımcı işten ayrıldı ve biz yeni başlayan iki kişi olarak, TRT World sitesinin haberci paneli ve internet sitesinin geliştirmeleri ile sorumluyduk. Diğer kişi senior dediğimiz uzman yazılımcı olarak çalışıyor, ben de junior olarak adlandırılan acemi yazılımcı olarak görev yapıyor ve ona destek oluyordum. Aradan birkaç sene geçti, hali ile codebase’ye yani yazılım kodlarına, neyin nasıl çalıştığına aşina olmaya başladım. Belki meslek hayatının dönümlerinden diyebileceğimiz bir süreçtir ki şu noktaya geliyorsunuz: Artık benden istenilenleri yapabiliyorum, neden ben junior maaşı alıyorum? 

Fakat yeni projeler ve problemler gelmeye başladığında; “Abi şunu şöyle yapalım mı?” diye yanına gittiğiniz kişinin, aslında o işi sizden önce 15 kez yaptığını görüyorsunuz ve “zaman ve tecrübe ile yarışamayacağınızı” kabulleniyorsunuz. İş hayatının en güzel kısımları, bu kabullenmeden sonra başlıyor. Bu sefer yanınızdaki tecrübeli insan, size bilgilerini aktarmaya başlıyor ve gizli bir rekabet ortamı yerine doğal bir uyum ile çalışmaya başlıyorsunuz. Aslında bu, tasavvuf içerisinde nefis terbiyesinde bahsedilen “hırs”ını yenmek kavramı ile de alakalı olabilir. Hırsını yenip ne yapacaksın, boş boş oturacak mısın? Tabi ki hayır. Hırs ile belki sadece 1’den 2’ye yükselecek iken hırsını yenip uyum içerisinde olursan belki 1’den 5’e sıçrayacaksın.

Diğer bir konu ise 3 sene sonra başlayan süreç. Aradan zaman geçti ve ekipten bazı kişiler ile doğrudan TRT bünyesine katıldık. Zaman içinde ekibin başına farklı firmalardan tecrübeli isimler gelmeye başladı, ekip genişledi, projeler çoğaldı. Tecrübeli yazılımcıların sayısı arttı. O zamanlarda ön-yüz ile alakalı diyebileceğimiz junior (acemi) yeni bir arkadaş başlamıştı. Bir iş için önce onun çalışması gerekiyordu, sonra yaptığı işi bana teslim edecek, ben de gerçek veri ile bağlantılarını sağlayacaktım. Projeyi teslim etti. Açtığımda çalışmadığını gördüm. Çocuk hemen farklı tavırlara girmeye başladı: “Nasıl çalışmaz ya, benim yaptığım iş nasıl çalışmaz?” diyordu. Orada arkadaşa şunu söyledim: “Sıkıntı yok abi, herkes hata yapabilir. Önemli olan, hatanın arkasında durup, hızlıca onu düzeltebilmen.” 

Tabi bunu ne kadar erdemli olduğumu göstermek için anlatmıyorum. Tecrübeli insanlar ile çalışmaya başladığında, hata yapmanın normal olduğunu kabul ediyorsun ve onların da yeni bir işe başladıklarında hata yapmayı kabul ederek daha özgüvenli hareket ettiklerini görüyorsun. Yeter ki hatanın arkasında ol, onu düzeltmek için gerekirse mesaiye kal. Benim cevabım aslında onların oluşturduğu pozitif ve rahat atmosferin bir etkisiydi. Çünkü yaptığımız işin doğası bunu gerektiriyordu. Kimse daha önce Spotify benzeri bir müzik platformu yapmamıştı veya kimse Netflix tarzı bir platformda çalışmamıştı, işin kendisi sürekli öğrenmeyi gerektiren bir süreçti. Kasıtlı ve ihmalden kaynaklı olmadıktan sonra hata yapmak fakat öğrendiğinde onu düzeltmek ve tekrar aynı hataya düşmemek kadar (bkz. Post Mortem Analysis) doğal bir şey yoktu.

Peki bütün bunları niye anlattım? Kültür Bakanlığı bünyesine geçtiğimde, benim için gerçekten köklü bir değişiklik oldu. Bir önceki yazıda yazdığım gibi, her ne kadar sürekli bu ortamların içerisinde bulunsam da meslek olarak yapmak veya insanlar içerisinde o sıfat ile görünmek, farklı bir şey. Aslında yeni işin yükümlülükleri gayet basit: provalara katıl, kilona dikkat et, kışın çok fazla hasta olma, seyahatlerde, otellerde, iniş kalkış intikal zamanlarına geç kalmamaya titizlik göster, konser günü yorgun olma, konser günleri kıyafetlerinin ütüsüne dikkat et vs. Tabi bunlar işin sadece asgarisi ile alakalı. Bu nedenle daha önce okuduğum ama vazife olarak düşünmediğim kitapları, iş ciddiyeti ile her gün bir saat tekrar okumaya başladım: Mevlevilik, tasavvuf, Mesnevi şerhleri.

Burada şunu itiraf etmem gerekiyor ki; insan okudukça kendi içerisinde şöyle bir ayırıma girmek mecburiyetinde kalıyor: Bu sahanın bir zahiri ve bir de bâtını (manevi alemler ile alakası) var. Aynı yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, insanın kendi limitlerini bilmesi gerekiyor. Nasıl zaman ile yarışamayacağın gibi somut bir kabullenmeye gidiyorsan; aşkı ve muhabbeti taklit edemeyeceğin gerçeğini de kabul etmen gerekiyor. Peki bu bir şeylerden vazgeçmek mi: Hayır. Sadece limitini- sınırını bilerek ve “Evet benim idrakim yetmese de bu işin bir batıni kısmı var. Ben bu işin batınına dil uzattırmadan, elimden geldiğince gayret edeceğim.” diyerek çalışmak diyebiliriz. 

Ve okudukça insan yine görüyor ki; buradaki bilgilerin güzel bir şekilde tekrardan günümüze konumlandırılması (reframing) hem millet olarak hem de gelecek nesillerimiz için çok faydalı olacak. 

“Çalış, gayret et, insanlara faydalı ol; bunu yaparken ne kendini (kendindeki manevi cevherleri; kalbini, ruhunu, aklını) ne de başkalarını incit, çalma, çırpma, gözün başkasının malında olmasın, helal kazan, hayatında gönle ve kalbe ehemmiyet vererek yaşa…” diyen bakış açısının, vatan ve millet şuuruna ne zararı dokunabilir ki?

Bir diğer husus da şu: Buradaki metinleri okurken de aynı iş hayatında hata yapmayı kabullenmek gibi samimi olmak gerekiyor. Ömürlerini bu işlere vakfeden ve bu sahada meşhur olmuş tefsir sahibi zatların da Mesnevi şerhi sahibi olan zatların da hep kitapları aynı bitiyor: Vallâhu a’lem bi’s-savâb. Yani “Bu saha bir kişinin sınırlandırabileceği bir alan değil; biz kendi merceğimize yansıyanı sizlere aktarmaya çalıştık ama en doğrusunu Allah bilir. Allah hem sizlerde hem bizlerde anlattıklarımızın tesirini halk etsin.” diyorlar. İşin keyifli kısmı da burada başlıyor zaten. Öteki türlü mühendislik çalışmaları gibi belli metodolojiler ile manayı kapsayacakmış gibi düşünüyorsun ve mana dediğin sınırsız şeyi, kendi sınırlarına indirgiyorsun.

Evet, yazımızın sonuna gelirken yukarı bahsettiğimiz örnekler basit gibi görünse de aslında kalbin manayı ve dini anlaması için gereken edebi ile alakalı meseleler olduğunu ve bu edepten uzaklaştığında insanların bu sahaları ne kadar farklı yorumladığını siz değerli okuyucularımızın takdirine bırakarak ayrılıyorum. 

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…